29 Ağustos 2012 Çarşamba

Garibce'nin Eşşek Şakası


 

Hiç eşek şakası yaptınız mı? Yapmadıysanız hiç de denemeyin. Hele size yapılmasını hiç arzu etmeyin.

İşte size klasiklerden bir öykü:

Ayı ile tilki arkadaş olmuşlar. Neden olmasınlar? Aralarında ne ezelî bir rekabet var ne de düşmanlık. Öylesine bir arkadaşlıktır tutturmuşlar, güzel güzel oynuyorlar, eğleniyorlarmış.

Bir gün tilkinin muzipliği tutmuş ve ayı ile eğlenmek istemiş. Bir ağacın arkasına saklanmış ve yaklaşan ayıya ansızın “Öh!” deyince ayı fena korkmuş ve altına etmiş. Ayıların böyle bir huyları varmış, korktuklarında altlarına fena ederlermiş.

Ayının tilkiye canı çok sıkılmış ve onu yakalayıp, güzelce bir hırpalamak istemiş. Eline geçirdiği tilkinin burnunu yere sürtüyor ve öfkesini çıkarmaya çalışıyormuş. Tilki:

“-Niye bu kadar büyütüyorsun, altı üstü bir şaka yaptık. Gösterdiğin tepki reva mı?” diyormuş. Ayı, tilkinin burnunu kaçırdığı dışkılarının üzerine sürüyor ve : “Bak bakalım, bunlar ne? Bunlar hiç öylesine bir şakaya benziyor mu?” diyormuş.

Bu öykü Garibce'ye ot biçim mevsimi Gödelek Ahmet Emmi'nin bir çalı ardında abdest bozarken ardıç ağacının başında varlığını hissettirmesiyle şalvarına kaçırtması olayını hatırlattı. Ama bizim Ahmet Emmi iyi bir adamdı, öyle burnumuzu  ettiği şeye sürtme gibi bir hevesi yoktu. Allah rahmet eylesin!
 
Vaktiyle ben de bir eşek şakası yapmıştım. Çocuk iken eşekleri yayar akşamüzeri de onlara biner dörtnala köye dönerdik. Tabi ben dörtnala binmesini beceremezdim. Çoğu çocuklar eşeğin sağrısı üzerine (arka etli ve yumuşak kısım) binerler, dörtnala sürerlerdi. Ben onlara imrenirdim fakat binemezdim. Hemen düşerdim. O yüzden ön kısmına biner iki ayağımla da iyice kavrar ve likliki öyle giderdim. Tabi bu biniş şekli rahat değildi ve çok da yorucuydu.

İşte öyle bir mevsimde bir akşamüzeri, Uçuk’tan gelen yolun altındaki arkın kenarına oturmuş ve oradaki kındıradan kendime papak örmekteydim. Kındıra, sulak yerlerde biten top top olan ve 40-50 cm uzunluğunda ince uzun yuvarlak içi delik saplı bir bitki. Eşeğe iyi binemezdim ama iyi papak örerdim. Çoğu çocuk benim yaptığımı beceremezdi.

Ben orada papak örmekteyken Abdullah’ın Ahmet, eşeğe binmiş dörtnala geliyordu ve ben onun gelişini görmüştüm. O ve eşeği beni görmüyordu. Tırıs yaklaşıyorlardı. Tam yanıma yaklaştıklarında oturmakta olduğum yerden aniden kalkıverirsem eşek nasıl bir ürktü ama ani bir frenle gerisin geri kaçmaya başladı, üzerindeki Ahmet ise arkın kenarındaki taşların üstüne gelecek şekilde düştü ve başı yassı ve sivri bir taşa gelmiş, kafatası kemiği kırılmış, denildiğine göre beyni görülecek derecede yaralanmıştı.

O zamanlar insanların canı şimdiki kadar tatlı değildi. Doktor, cankurtaran, helikopter ambulans… şu bu hiçbiri yoktu. Kanamalar konursu yakılarak ve külü yaraya basılarak durdurulurdu.  İnsanlar bu gibi kazalardan sonra ölmeyeceklerse kalkarlardı. Öleceklerse zaten demek ki öleceklerdi. Ahmet çok şükür ölmedi. Ama ben çok korktum. Ahmed’in burnunun kanamasını bile istemezdim. Sadece bir muhabbet olacak diye düşünmüştüm. Hem ne bileyim ben “Attan düşen döşeğe, eşekten düşen taşa düşermiş”

Bile bile yapmadığımı, sesi duyunca merak ederek ne olduğunu öğrenmek için başımı kaldırıp baktığımı falan söyledim… Yalanım ne kadar inandırıcıydı bilmiyorum. Üstelik de benim eve gitmek için yolum onların evlerinin önünden geçiyordu.

Abisi Musa benim akranım ve arkadaşımdı. Bizim dükkândan kaçırdığımız Barut’u çok rüzgârlı bir günde yakmaya çalışmıştık. Bir türlü yakamıyorduk. Musa benim gibi değildi, çok becerikli bir çocuktu. Okulun alt tarafında bir çukur buldu ve barutu oraya koydu. Üzerine eğilerek rüzgârdan dulda yaptı ve kibriti çaldı. Ancak böyle yakabileceğimizi düşündü. Ve yaktı da. Tabii barutun ateş almasıyla birlikte Musa’nın yüzünü tamamıyla alev sardı. Yüzünde kaş, kirpik her ne varsa yanmış çok kötü olmuştu. Gözleri yumuk nasıl bir dereye koşuşu vardı! Gene ki Allah korumuştu.

Abisi Cuma büyüktü ve onunla da bir Abdal Kuşu tutma maceramız vardı.

Neyse ki korka korka ben evlerinin önünden geçtim. Bana bir şey demediler. Korkum zaten ceza olarak yetmişti.  Ahmet de Allah’a emanetti. Zaten yetim büyümüşlerdi. Allah’ın himayesindeydiler.  Sonunda o da iyi oldu. Ama ben gerçekten çok korkmuştum. Şimdi bile bu satırları yazarken benzer hisler duydum.

Bir anlık “Öh!” demenin nelere mal olabileceğini, ayı gibi altımıza etmesek de biz de öğrenebilmiştik.

Siz siz olun kimseye öyle “Öh!  Möh!” demeyin.

Herkes Ahmet gibi olmaz. Bakarsınız tilkinin başına gelen sizin de başınıza gelebilir.

Vesselâm!

29.08.2012
GARİBCE

1 yorum:

  1. hocam bence Ahmet'e şimdi kayda değer bir iyilik yapmalı ve gönülden sizi affetmesini sağlamalısınız.
    Allah'a emanet olun.

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...