31 Mart 2013 Pazar

Yavan lokma yedirdim ama haram lokma yedirmedim.



Yavan lokma yedirdim ama haram lokma yedirmedim.
Anadolu irfanı diye ben buna derim.
Bu geçen günlerde İzmir’e bir tasavvuf profesörü müftü atanmıştı ve bu münasebetle Diyanet İşleri Başkanı  Görmez Hoca,  “İzmir’in farklı bir dindarlık anlayışı bulunduğunu, İzmir’in dindarlığının irfan geleneğine ihtiyacı olduğunu” söylemişti. Hoca böyle dedi diye epey bir kızılca kıyamet kopmuş ve bu tayinin ve gerekçesi sözün altında epey buzağı aranmıştı. Başkan yanlış anlamayı düzeltmek amacıyla makamında özel röportaj bile vermişti. Bu sözün imalarından bahsediliyordu ve Başkan’a ya da hükümete muhalefete bahane arayanlar için ellerine güzel bir fırsat geçmişti.
Oysa sözün muhatapları İzmir halkı değil, İzmir’de görev yapan Diyanet mensuplarıydı. Ve yapılan bir aşağılamayı amaçlamıyordu sadece durum tespitine yönelik buluyordu.
Ben İzmir’i bilmem ama tüm müslümanların irfan geleneğine ihtiyacı vardır.
Ama bu irfan geleneğinden maksat kurumlaşmış ve çoğu Müslüman tarafından anlaşılmakta zorlanılan tarikat söylemleri yahut ancak yaşayanın bilebileceği iddia edilen seyr-ı sülûk  mertebeleri midir?
Benim şahsen ihtiyaç duyduğum irfan Anadolu irfanıdır.
Bu gün “Ömür Dediğin” programında konuşan bir yaşlımızı dinliyordum.  Hayatı ve yaşanmış hayatını anlatıyordu. “İşte!” dedim kendi kendime “bize lazım olan irfan bu, dindarlık anlayışı bu!”
Ne ifratı var ne tefriti. Gerçek anlamda bulunması gereken şey ile aradığı şeyin bulunacağı yer zihninde örtüşüyordu.  
Din ve dindarlık adına anladığı şey sade ve basitti. Hayata ve ötesine bakışı berraktı.
Olması gerekendi ve ihtiyaç miktarı kadardı. “Denge!” diyordu, dünya ile ahret hayatı arasında denge. “Ne dünya için ahreti, ne de ahret için dünyayı terk etmeyeceksin. Her ikisinin de hakkını vereceksin.”
Hayatını başkaları için de anlamlandırabilmiş kendisine herkes için faydalı olabilecek bir meşgale bulmuş; eski araç gereçleri, kap kacakları hayatı boyunca  toplamaya çalışmış ve bir müze oluşturmuş. “Üniversiteler gelip, ziyaret ediyorlar” diyor.
“Yetenek Sizsiniz” şeklindeki yarışmalarda ortaya konulan meşgalelere bakıyorum, televizyonlardaki yarışma programlarına göz atıyorum, büyük kitleleri ekrana bağlayan gösterilerin kahir ekseriyeti gerçekten olağanüstü denilebilecek türden yetenek gerektiren çalışmalar, hünerler. Ama bunların  kime ve ne yararı olur diye sorduğum zaman hiçbir cevap alamıyorum. Bunlar gibi birini vaktiyle izleyen bir Padişah önce yüz sopa vurdurmuş sonrada yüz altın verdirmiş. Yüz altın verdirmiş çünkü olağanüstü bir yetenek, yüz değnek vurdurmuş çünkü hiç kimseye en ufak bir faydası yok.
Anadolu irfanı işte bize faydalıyı almayı öğretiyordu. Meşgale olarak kaşık yapmayı, çorap örmeyi, hep birlikte kitap okumayı, sohbet etmeyi öğretiyordu. Bu yaşlı amca Bağkur emeklisi maaşıyla birçok kurumun yapamadığını yapmış ve insanlık için yararlı olan, yeni nesiller ile eskiler arasında köprü vazifesi görebilecek bir başarıyı gerçekleştirmiş.
Anlatıyor,  ben diyor karasevdalı olduğum kızı kaçırdım. Ona duvar ustası olduğumu ama köyümün en fakir ailesinin çocuğu olduğumu söyledim, asla yalan söylemedim. Babası memurdu, (bu arada memurluk o zamanlar ne kadar önemli bir şeydi). Hem de ayrı ilçedendik o yüzden vermeyeceği belliydi. Ben de kaçırdım.
Beraberce çalıştık, o yanımda amelelik yaptı harç kardı, birlikte geçimimizi sağladık. Çocuklarımın hepsini okuttum. Ben okuyamamıştım. Oysa okumayı çok istiyordum.
Bu arada Köy Enstitüsü mezunu öğretmenlerinin bugünkü profesörlerden bilgili olduğunu, tarımdan, hayvancılıktan, arıcılıktan, marangozluktan hasılı bir köyde lazım olabilecek her türlü  hünerden anladığını övgüyle söylüyor. (Ben de içimden böyle bir kurumun yanlış uygulamalar, ideolojik tavırlar ve toplumun değerlerine yabancılaşma  yüzünden yok olmasına hayıflanıyorum!)
Anlatmaya devam ediyor: Çok fakirdik, devletin imkânları da çok kısıtlıydı, zenginler de bugünküler gibi değildi, çok sıkı idiler.
Hanımım ve ben el ele verdik, hepsini okuttuk.
Çocuklarımıza yavan lokma yedirdik amma asla haram lokma yedirmedik.
Şimdi yaşlandık. Birbirimize yardımlaşarak hayatı götürüyoruz.
İnsan çalışırken kendi çocuklarında fark edemiyor, ama torunlarında her şeyi daha iyi görüyor.
Hayatın yaşlılık döneminin de kendine göre güzellikleri vardır. Torunların olması, insanlardan saygı görmesi güzel bir şey.
Çocukların yanında rahat edemiyoruz. Herkes kendi düzerinde daha rahat ediyor, diyor.
“Allah yatırtıp da kapılara baktırmasın!” diye dua ediyor.
Ölümü de elbette bekliyoruz. Biz ölüme doğru koşuyoruz o da bize doğru koşuyor. Elbet bir gün bir yerde buluşacağız. İnsan  bir yolculuğa çıkacağı zaman yeterli miktarda harçlığı  azığı olduğu zaman nasıl yolculuk korku vermezse, ölüm sonrası hayat için hazırlığı olan da  korkmaz.
Sonra sahip olduğu irfanın membalarından Yunus’a atıfta bulunuyor ve:
Sordum sarı çiçeğe, Sizde ölüm var mıdır ?
Çiçek eydür derviş baba, Ölümsüz yer var mıdır? mısralarını okuyor.
Tedarikli olmamız ve  yaptığımız her şeyin hesabını vereceğimizi bilmemiz ve ona göre davranmamız lazımdır, diyor.
Anadolu irfanı deyince benim anladığım işte budur.
Saflıktır, safiyettir.
Aranan şeyi bulunacak yerde aramaktır.
Söylemde değil, yaşantıda ortaya koymaktır.
Sadeliktir.
“Yavan lokma ye ama haram lokma yeme!” diyebilmektir.
Rızkı nasırlı ellerle alın teriyle kazanmaktır.
Sendeki eksiklikleri kendi çocuklarına aktarmamak ve onları semerden yağır olmuş omuzlarına bastırarak yükseltmektir.
Faydalı meşgalelerle uğraşmaktır.
Ve hâlâ okumaktır, bilginin arkasında koşmaktır. “Şu anda Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sini okumaktayım” diyordu.
Bugün bizim öğretmenlerimiz toplumun en çok okuyanlarıdır” diyebilmektir.
Sahi öyle midir?
İnşallah öyledir!
31.03.2013
GARİBCE

29 Mart 2013 Cuma

Keşke benim de aklım karışık olmasa!




Dün bir öğrencimiz geldi ve “Hocam, bir arkadaşımın bir sorusu var!” dedi.
“Arkadaşın kim?”
“Falanca”.
“Nereden tanıyorsun?”
“Kulüpten!”
“Nee! Ne kulübü! Kulüple sizin ne işiniz olur ki?!”
“Şey hocam, şu bizim öğrenci kulüpleri var ya işte ondan!”
Ve ben biraz şaka biraz ciddî sorduğum soru ve hayret ifadesini atıyor ve sorusunu alıyorum:
“Arkadaşım Bankacılık ve Sigortacılık Yüksek Okulunda okuyor, bankada çalışmanın helal olup olmadığını benim size sormamı istedi” diyor.
Şimdi ben buna ne cevap vereyim.
“Faiz haramdır hem de öyle bir haramdır ki Allah ve peygamberine savaş açmak gibi, kişi kendi annesiyle otuz altı defa zina etmek gibi” diye hep öğrenmişiz, duymuşuz. Ondan sonra da şimdi gelip bizden bu kadar vahim bir günahın işlendiği yerde çalışmanın hükmünü soruyorlar.
Sonra aklıma başlangıçtaki kulüp muhabbeti geldi.
Bak dedim, şimdi bizim nesil kulüp deyince ne anlıyordu, sizin nesil kulüp deyince ne anlıyor.
İmdi benim gibi belli bir yaşı olan insanların dilinde kulüp iyi ve tekin bir yer değil; içki içilen, kadın oynatılan, kumar oynanan yer diye yer etmiş bizim zihinlerimizde. Belki öyleydi belki de değildi. Onu da bilmiyoruz. Çünkü bizim gidip de kulüplerde ne var ne yok onları görmek gibi de olsa işimiz olmazdı, olamazdı. Bize çağrıştırdığı anlam ise böylesine olumsuzdu. Öylesine olumsuz bir yerde çalışmanın da iyisi mi olurmuş. Dolayısıyla zihni dolgunluğumuz ve bakış safiyetimiz meselenin araştırılmasını talebe bile izin vermez, bu türden çabaları zait addederdi.
Benim kuşağımdaki birçok kimse için de banka öyle bir yerdir. Kötü bir yerdir, günah işlenen bir mekandır. Orada işlenen günah o kadar büyüktür ki onun vebali orada çalışanların ve hatta yakınların üzerine öyle bir çöker ki altından kalkılması asla mümkün olmaz. Haliyle fetvasını verenler de bu ağır vebalin altında helak olur.
Ama hakikat her zaman öyle olmuyor.
Banka bizim aklımıza doluşan anlamıyla kalmayabiliyor. Öyle olduğu içindir ki bankaların bir çok nevi de olmaya başladı. Son günlerde tartışılan süt bankası, sperm bankası, embriyon bankası, soru bankası gibi.
Süt bankası projesine gösterilen sert tepkinin arka planında belki de “banka” sözcüğünün çağrıştırdığı olumsuzluk da vardı.
Bu türlerden de anlaşılabileceği gibi bankanın esasını “Muntazam bir kayıt sistemi” olması oluşturuyor.
Bankalar bu gün ne yapıyor?
Kasalarında para, değerli belge, eşya saklarlar.
Carî hesaplarda paranızı korur ve hesabınızı tutarlar.
Ekonomik etkinliklerde bulunurlar.
Kefalet işlemi anlamı taşıyan teminat verme işlemleri yaparlar.
Para bozma işi yaparlar.
Vergi tahsiline, fatura ödemelerine aracılık yaparlar.
Ve tabii ki faizle para toplarlar ve dağıtırlar.
Ve daha bunlara benzer nice şeyler yaparlar.
Şimdi içine girip de biraz tanımaya çalışınca bankalar için de bizim kulüplerin eski halden yeni hale evrilmeleri, kaçınılması ve uzak durulması gereken yerler olmaktan çıkıp bilfiil üye olunup hayırlı işlerde etkinlikte bulunulması gereken yerler olabilmesi gibi durumlar söz konusu olabilir.
O zaman da kestirmeden cevap vermek öyle kolay olmaz.
Bankada çalışmak, bankaya gayrimenkul kiraya vermek gibi birçok soru, üzerinde iyice düşünülüp öyle cevap verilmesi gereken meseleler olabilir.
Söz gelimi devlet memurluğu diyelim. Devlet tekel işletmesi de yapıyor. Genelevlerinden vergi de alıyor. Devlet neticede büyük ölçekli tüzel kişiliği olan bir kurum. Eğer devletin yaptığı gayrimeşru bir iş, devleti tümüyle gayrimeşru hale getirecekse o zaman da devlette ne iş olursa olsun yapılan şey ve her ne iş olursa orada çalışmak gayri meşru hal alır. Yok mesele öyle değil, siz bilfiil yapmış olduğunuz işe bakarsınız. Eğer yaptığınız iş, özünde meşru ise orada çalışmanız da meşru olur. Meşru değilse çalışmanız da gayrimeşru olur dersiniz.
Sözgelimi muhasebecisiniz ve size demişler ki “Oturun şu masaya ve size gelen belgelerdeki kayıtları tutun ve şu esaslara göre muhasebesini yapın!” Siz de emeğinizi ortaya koymuşsunuz ve karşılığında da bir ücret almışsınız.
Ya da temizlik elemanısınız. Temizlik yapmışsınız.
Güvenlik elemanısın güvenliği sağlamışsınız.
Vezne memurusunuz ve yatırılan paraları tahsil etmiş, ödemeleri yapmışsınız.
Görüldüğü gibi bu yapılan işlerin hiç biri özünde gayrimeşru işler değildir.
Öte yandan bu işlerin tümü Banka diye bir kurumu ayakta tutan işlerdir. Banka ise tüm dünya iktisadının en temel kurumlarından biridir.
Daha önceden bireysel olarak yapılan işlemler kurumlaşmış ve Bankalar böylece ortaya çıkmıştır.
Merkez Bankası Başkanlığı’na Durmuş Yılmaz getirildiğinde basın evine kadar takip etmiş ve adamcağızın evine ayakkabısını çıkarıp da öyle girdiğini magazin haber konusu yapmıştı. Yani adamın yaşantısı ile üstlendiği Merkez Bankası Başkanlığı gibi bir yetkiyi bir türlü asla telif edemiyorlardı. Ama Yılmaz başarıyla yıllarca vazifesini yürütmüştü.
Devletin en tepesinden başlayarak aşağıya doğru ekonomi çarkının döndürülmesini idare edecek maliye ve bankacılık türünden işleri bilen ve bir kamu emaneti sorumluğu ile bunları yönetebilecek dirayete ve liyakate sahip insanlara ihtiyacınız vardı.
Durum böyle olunca bu öğrencinin sorusuna bir çırpıda hayır demek kolay değildir.
Ama belli ki bu gibi sorulara bir çırpıda kolayca hayır diyerek cevap verenler vardır. Belli ki onların zihninde konu son derece berraktır. Kulübü duyunca anladığı mana esas olduğu için cevabı da bir o kadar net ve kolaydır.
Keşke benim de kafam öyle karışık olmasa da bu gibi sorulara hemencecik evet ya da hayır diye cevap verebilseydim.
O yüzden benden fetva soran dostlara, Garibce okuyucularına “Ben fetva mercii değilim, keşke sorunuzu fetva makamlarına sorsanız!” diye mukabele ediyor ve bir cevaba kendimi hazır ve yetkili görmüyor, o cesareti bulamıyorum.
Biliyorum ki aklım karışık.
Bazen her şey zihinlerinde hallolmuş, her şeyi berrak gören, her şeyin cevabını anında verebilen insanlara imrenmiyor da değilim! Dünyevî alanda “caizdir/ caiz değildir” gibi kesin kes verilen fetvalarla, o fetvaları din gibi algılayan insanların hayatlarını yönlendirmiş olma ihtimali onları belli ki korkutmuyor.
Cesur oluyorlar. Berrak bakıyorlar.
Safiyet bir başka!
Dua ile!
29.03.2013
GARİBCE

28 Mart 2013 Perşembe

Yeni bir kıyam ve yeni bir inşa için ortak payda: Halil İbrahim Milleti




Biz yeryüzü sakinleriyiz.
Bu yurdu paylaştığımız başka varlıklar var.
Aynı mekânda ama farklı boyutta olanlarla işimiz olmayabilir. Ama aynı mekânı paylaştığımız her varlıkla ortak bir hukukumuz olmalı.
Öyle ise en büyük ortak paydamız burayı yurt edinenlere nispetle dünyamız olmalı.
Bunların içine cansızlar, bitkiler ve canlılar girer.
Madenlere kadar her şeyin doğal dengesi içinde yaşatılması gereği var. Bir şeyin yokluğunun farkına yok olduğu zaman varılır. Gündüz aydınlık olduğu için güneş ha olmuş ha olmamış, ama gece karanlık olduğu için ay güneşten daha çok hissedilir.
Unutmamak lazım ki özümüzde demirinden, fosfatına, çinkosuna kadar pek çok maden var.
Ve bitkileri doğal dengesinde korumaya ihtiyacımız var.
Ve sonra canlıları.
Amaç ise bütün bunların kendisi için var olduğunu düşündüğümüz insanları.
İmdi tüm yerküre varlıklarının huzur ve sükûnu için hep birlikte ve bir arada yaşayabilmenin imkânlarını bulmamız lazım.
Acaba bu varlık kategorisinde biz insanları bir arada tutabilecek en üst değer ne olabilir.
Herhalde bunun cevabı insaniyetliğimizdir.
Bütün insanlar varlık bakımından eşittirler. Hiçbirinin diğerine üstünlüğü yoktur. Her ne varsa Rahman’ın kullarıdır ve O, Rab ismiyle tüm kullarını beslemekte, büyütmekte ve hidayet edip eğitmektedir.
İnsanlar bu gerçekliğin ya farkındadırlar ya da değillerdir. Rahman, eşsiz rahmetinin gereği olarak tarihin her aşamasında insanlık dünyasına müdahale etmiş ve bu hakikati onlara içlerinden seçilen örnekler üzerinden gerçekleştirmek istemiştir.
Böylece insanlık tarihi ile birlikte DİN’in tarihi de başlamıştır.
Din, insan için vardır. Din, insanı geliştirmek içindir. Din, insan içinde esasen yaratılışı itibariyle bir donanım olarak mevcut olan cevherlerin ortaya çıkarılması ve onların işlenmesi böylece insanın gerçek anlamda kendisini gerçekleştirebilmesi için vardır.
Bunlar bir anayol şeklinde devam edegelmiştir. Peygamberler ve ümmetleri bir bayrak yarışının belli periyotlar içinde koşucularıdır. Zincir halkaları gibi bir önceki bir sonrakine emaneti teslim eder ve koşu bu şekilde devam eder. Kıyamete kadar da bu koşu devam edecektir. Peygamberlerin bıraktığı yerden de onların ardılları mesabesinde olan ulema bu süreci sürdürecektir.
İmdi hepimiz bu yolun yolcusuyuzdur. Ama kimimiz bunun bilincindedir bunlara ehl-i icabet denir, kimimiz ise henüz bunun farkında değildir onlara da ehl-i davet denir. Ama sonuç itibariyle bütün insanlık olarak hepimiz aynı yolun yolcusuyuzdur. HAY’dan geliriz ve HÛ’ya gideriz. O’ndan geldik, O’na döneriz. Bedenimiz aslına döner toprak olur, ruhumuz da aslına ulaşmanın yolunu bulur.
Hiçbir tesadüfe yer olmayan böylesi bir imkân âleminde insan olarak bizim varlık sahnesine çıkmamız ve varlıklar piramidinin en üstünde yer almamız şükür etmekten başka akılla asla izah edemeyeceğimiz bir şeydir.
Hepimiz aynıyız ve hepimiz birbirimizin aynasıyız. Yok birbirimizden bir farkımız. Ama biz Muhammed Mustafa’nın yolundayız. Bakmayın kendilerini hala Musa’nın, İsa’nın yolunda olduğunu sananlara. Onlar bayrağı çoktan teslim etmişlerdi yolun yolcusuna ama herkes işin ayırdımına varamıyor elbet. Hala hızını alamayıp o vadide, önlerindeki kalabalıkların ardından koşmaya devam ediyorlar. Oysa öndeki koşucu meydandan çoktan çekilmişti bile.
Koşsunlar, hani yabancı da değiller. Sonuçta bizim peygamberlerimizin arkasında olduklarını düşünüyorlar ve öyle inanıyorlar.
Hem kim onlar: Biri Musa, diğeri İsa. Her ikisinin de ortak atası İbrahim.
Bu itibarla onları da en büyük insaniyetlik ortak paydasından sonra ikinci sırada büyüklükte olan İbrahîmîlik etrafında bizimle birlikte bir arada düşünmek mümkün.
Efendim, siz iyi Musevîler olun, siz iyi İsevîler olun biz de iyi Muhammedîler olalım, hep bir araya gelip İbrahimîlik ortak paydasında buluşalım.
Yapabilsek bu güzel bir şeye benziyor.
Haydi, bu büyük tasarıyı şimdilik bir tarafa bırakalım.
Gelelim daha bir alt kimlikte buluşmanın imkânına.
Dün sınıfta sordum: Teker teker her birine “Hangi millettensin?” dedim. Sırasıyla çocuklar: Türk’üm, Kürd’üm, Azerî’yim, Arnavut’um, Kırgız’ım… diye cevap verdiler. Bu arada cevapları uydurduğumu da sanmayın çünkü bizim Marmara İlahiyat özellikle son senelerde gerçek anlamda milletlerin bir arada harmanlandığı bir Fakülteye dönüştü. Her ırktan, her renkten, her etnik gruptan öğrencilerimiz var.
Yapılan devrimler gerçekten çok şeyi devirmişe benziyor. Çok değil birkaç nesil önce bu soruyu bir İslam diyarında aynı şekilde farklı etnik gruptan kimselere yöneltseydik, hepsinin cevabı da tek ve aynı olurdu:
“-Halil İbrahim milletindenim!”
Hem de bunu bir iftihar vesilesi bilirler, aidiyetlerini elleri göğüslerinde şükürle ifade ederlerdi.
Kim bu büyük millet ki her etnik grup kendisini ona nispet ediyor ve bundan iftihar duyuyor. Bunu kendi etnik kimliğinin inkârı şeklinde anlayıp da bir eziklik duymuyor. Baskı sonucu değil, içinden gelerek söylüyor.
O Halil İbrahim üç büyük ilahî menşeli dinin peygamberlerinin ortak atası olan ülülazm peygamberlerden Hz. İbrahim.
Belli ki devrim etkisini icra etmiş ve bizi asîl köklerimizden de koparmayı başarmıştı. Bunun sonucu olarak artık “Ben Halil İbrahim milletinden değil, Türk milletindenim” ve öteki de “Kürt, Çerkez, Laz, Arnavut, Kırgız, Arap…!”
Emperyalizmin isteyip de asla bulamayacağı bir bölünmüşlük ve parçalanmışlık iklimi oluşturulmuştu.
Bizi bir arada tutan ortak payda altımızdan çekilip alınmış ve bizim alt kimliklerimiz asıl belirleyici kimliklere dönüştürülmüş ve koca İslam dünyası bir anda onlarca etnik unsura parçalanmış ve un ufak olmuştu. Bu deprem sonucu hiçbiri ayakta kalamamış bir iki istisna hariç tümü güçleriyle birlikte özgürlüklerini ve iradelerini de kaybetmişti. Bir çoğu çok geçmeden dillerini bile kaybedeceklerdi.
Türkler de kendi aralarında bölünmüştü. Sovyetlerin tasallutu altındaki Türk toplulukları kendilerini Türk olarak bilmez olmuşlar ve Kazak, Kırkız, Türkmen gibi yeni kimliklere sahip kılınmışlardı. Üstüne üstlük kendilerine farklı alfabeler de dayatılarak birbirlerini yazı üzerinden anlamanın imkânı da ellerinden alınmıştı.
Aynı şeyi Arap dünyası için de yapmaya çalıştılar. Bugün Halic’den (Basra Körfezi) Muhît’e (Atlas Okyanusu) kadar koskoca bir Arap dünyası varsa, bu birlik varlığını Kur’an’ın diline borçludur. Yerel konuşma dillerini resmî dil/yazı dili haline getirme çabaları eğer sonuç verseydi bugün Arap dünyası da bölük pörçük bir hal almış olacaktı. Çünkü konuşma dilleri bölgelere nispetle oldukça birbirlerinden farklı idi. “Keyfe hâlüke”yi herkes “Nasılsın?” diye anlıyordu ama bunun yerine “İzzeyk”, “İşlûnek” ikame edildiğinde artık ancak bölgesel bir düzlemde anlaşabileceklerdi. Gizli ve baskıcı emeller gerçekleşemedi ve Kur’an’ın dili olan Fasih Arapça resmî dil olarak bütün bu farklı iklimlerdeki Arapları bir arada tuttu.
Kur’an ise bu merkezî önemini ve tutkal olma özelliğini DİN’den alıyordu.
Aynı imanı paylaşan bütün milletler, farklı etnik unsurlar Arabıyla Acemiyle bu ortak paydada toplanabilmişlerdi. Zaman içinde aynı alfabenin de kullanılmasıyla Arapça sadece bir din dili olmakla kalmamış aynı zamanda üç kıtada hâkim bir medeniyetin dili de olmuştu. Bütün ilmî ve edebî eserler bu alfabe ile ve daha özel olarak da bu dille verilmişti. Ancak bu durum yerel dillerin yok olması sonucunu da doğurmamıştı.
“Biz Arap mıyız ki Arap alfabesini kullanalım!” diyenler, “Biz Latin miyiz ki Latin harflerini kullanalım!” sorusuna cevabı akıllarına bile getirmediler. Çünkü amaçlanan hakkaniyet değildi, niyetleri gerçek anlamda bir devrimdi ve bu insanları müşterek tarihlerinden, kültür ve medeniyetlerinden koparmak ve koskoca ümmetin kalbi durumundaki konumundan çıkarmaktı. Bir ülkenin tüm çocukları bir gecede ulemasıyla birlikte ümmî olarak sabahladılar.
Yeni moda her ulusun kendi kaderini kendisinin belirlemesiydi. Slogan belki buydu ve suret-i haktandı ama bunun arkasında asıl amaç o koca bedeni parçalayıp, kolay yutulur lokmalar haline getirmekti.
Ümmet tu kaka idi. Ulus güzeldi. Ümmetin bir parçası olmak, sırtta bir kambur gibiydi, utanılacak bir şeydi ve ölümü pahasına da olsa bu kamburdan kurtulmak gerekirdi.
Sonunda olanlar oldu. O koca beden organlarına ayrıldı, kimi el kol oldu, kimi kafa olarak bir tarafa yuvarlandı, kimi beden olarak parçalandı. Ayaklar baş olmaya sevdalandı. Bunları bir araya getiren ve hayat veren aslî unsurlar yok edilmişti dolayısıyla artık bu organların hiçbiri kendi başına hayatiyet gösteremedi. Koskoca İslam Coğrafyası hâlâ bu bölük pörçüklüğün sonucu olarak hayatiyet belirtisi gösteren bir güç olamadı.
Şimdilerde Rahman olan Allah yeniden bize lütuf ve ihsanda bulunuyor. Baş gövdeyle, organların her biri asıl vücutla birleşmeye doğru gidiyor.
Kesilenler dikiliyor, parçalananlar yamanıyor ve tıkananlar açılıyor.
Türkiye’nin de öncülüğünde İslam dünyası yeniden hayat emareleri göstermeye başlıyor ve yakında düştüğü yerden de kalkmaya çalışacak gibi gözüküyor.
İşte böylesi mübarek bir süreçte “Hangi millettensin?” sorusuna birey olarak ve etnik unsurlar olarak sorumluluk alıp hâlâ “Ben Türk’üm, Kürd’üm, Laz’ım, Çerkez’im Arab’ım… demenin anlamı yok. Artık yeniden “Halil İbrahim Milletindenim” demenin zamanı.
İşte o zaman yeniden kocaman bir beden oluruz. Ayağa kalkar, bir medeniyet olarak yeniden kıyam eder, yeni bir inşaya başlarız. Enkazı ayağa kaldırma, eskiyi restore değil, yeni inşalar peşinde oluruz. Çok geçmez kültür ve medeniyetimiz yeni bir aşılanmayla yeniden hayat verir, hayranlık doğurur. Kullanabilmek için kolumuzu kaldırabilecek gücümüz, bastığımız zaman yerleri zangırtadacak ağırlığımız olur. Dünyanın dengelerinde yeniden söz sahibi oluruz.
Bu süreçte eski yaraları deşmenin bir anlamı yoktur. Yaktığımız ağıtları tekrar tekrar terennümün yeri ve zamanı değildir. Affetmenin, bağışlamanın zamanıdır. Ciğerinizi deşen Vahşi de olsa görmezden gelmeniz gerekir.
Çoktandır Yesrib Medine olma yolundadır ve hâlâ cahiliye özlemlerini diri tutmanın anlamı yoktur. Birbirini yiyen Evs ve Hazrec yok artık, yekpâre Ensâr vardır. Tüm muhacirîne kucağını açmış, aşlarını, işlerini paylaşmaya hazır Ensar vardır artık. Öyle olmanın zamanıdır artık.
Affedeceksek biz affetmeliyiz.
Katlanacaksak biz katlanmalıyız. Ayağa kalkabilmek için ödediğimiz bedel çok oldu. Hâlâ eski alışkanlıklarını sürdüren kan emicileri bu süreçten rahatsız olabilir. Basiretle, hikmetle yeniden birleşme yolunda ilerlememiz gerekir.
Eski fetih ruhu ülkelerin sınırlarını açmayı gerekli kılıyordu. Şimdi açılması için zorlanacak sınır yok.
Gönüllerin dilini herkes anlıyor, duygular anında paylaşılıyor. Bilgi her yere ulaşıyor.
Herkesi bir yerde toplamanın anlamı da kalmadı. Herkes olduğu ve durduğu yerde katılım sağlayabilecek durumda.
Bir el, el olarak kavrayamıyor, tutamıyor, sıkamıyor, boşlayamıyor, alamıyor, veremiyor… ise onu ana gövdeye eklemenin yük olmaktan gayrı bir hayrı olmaz.
O yüzden ey Halil İbrahim Milletini oluşturacak Arnavutlar, Türkler, Kürtler, Araplar…! Önce siz, kendiniz olun, kendinize ait özellikleri en üst düzeyde geliştirin. Varlığınızın ve yokluğunuzun anlamı olsun. Varlığınız varlığımıza, varlığımız varlığınıza değer katacaksa armağan olsun.
Artık çocukların oyuncakları bile küçük etkin parçacıkların bir araya gelmesinden oluşan devasa boyutlu olağan üstü güçlü varlıklar. Çocuklar bile böylesi şeylere iltifat ediyor. İşlevli parçaların oluşturduğu bu büyük varlık, güçlerin toplamını değil çarpımını ifade ediyor.
Türklük, yakın tarihimize kadar İslamlıkla özdeşti. Medeniyetimizin başkenti İstanbul’du. Özellikle Avrupa’da bir kimse hidayete erdiği zaman “Türk oldu” derlerdi.
Türklük hiçbir zaman bir etnik unsurun adı değildi, tarih boyu İslam’a adanmışlığın adıydı, bu yolda feda edilmiş canların, oluk oluk akıtılan kanların adıydı. Al bayrak üzerindeki Hilâl İslam’ı ve yıldız özgürlüğü simgeliyordu.
Bayrağımız gene aynı bayrak. Ama yüklenen anlamlar değişti. İsim aynı isim, ama müsemma farklılaştı. İş yokuşa sürüldü. Bunca devrim yapıldı. Kimisi tuttu kimisi tutmadı. Şimdilerde her şey tabii mecrasını bulmaya çalışıyor.
Artık hanedanlıklarla verilen dünyaya nizamat, çağdaş kurumlarla veriliyor. Demokrasi yükselen bir değer olarak İslam ile de kucaklaşmaya başladı. Müslümanlar, etkin siyaset içinde demokrasiyi de öğrenmeye başladı. Önceleri bizde nefret uyandıran bu kavram tanıdıkça ve bizlere sunduğu imkânlar gözüktükçe ve bilfiil yaşandıkça daha bir sevimli gelmeye ve hatta bizdenleşmeye başladı.
Bu yeni insanlık yürüyüşünde artık bize düşen toparlayıcı olma, birleştirici bir tavır sergilemek olacaktır.
Bunu yapabilmenin ön şartı birey olarak ayakları üstünde durabilen, güçlü bir kişiliğe sahip olan bir insan olmaktır. Aynı şekilde etnik unsur olarak da gelişmiş, donanımlı, erdemli, kendi bünyesi içinde hastalıklı unsurlar içermeyen bir yapı halinde olmak ve özlenen birlikteliği işte bu ön şartlarla ulaşmak olmaktadır.
Eğer yeniden var olmak varsa kaderde ve yeniden varlığımızın bir manası olacaksa akıl için yol birdir.
Ve o yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol!
Dua ile!
28.03.2013
GARİBCE



27 Mart 2013 Çarşamba

Neden ben?




Bu soruyu her zaman sorabiliyoruz.
Soruyu sormaya soruyoruz ama cevabını bulmada zorlanıyoruz. Cevabını bileceğini zannettiklerimiz de fazla tatmin edici şeyler söyleyemiyorlar.
Hiçbir günahı olmayan sabi onulmaz dertlere duçar olup, dayanılmaz ağrılara maruz kalabiliyor.
Bir insan ömrünün baharında onulmaz bir derde düşüyor ve neden ben diye sorabiliyor.
Yahut mesleğinin zirvesinde olan bir kimse kendince en verimli hizmet üreteceği bir anda kanser gibi ölümcül bir hastalığa yakalanıyor ve neden ben ve neden şimdi diye sorular soruyor.
Masum bir kız tecavüze uğruyor ve hayatı kararıyor. Kirlendiğine inanıyor ve hıçkırıklarla “Neden ben?” diye soruyor ve “Allah’ım ben ne suç işledim ki bunlar başıma geldi?” diye içinden çıkamadığı bir hesaplaşma içine giriyor.
Doğrusu bu türden sorular o kadar çoktur ki haddi hesabı yoktur.
Buna mukabil bunlara tam tekabül edebilecek tatmin edici cevaplar da yoktur.
Meselenin birçok boyutu var:
Evvela kişisel olarak ele almak lazımdır. Kişi kendi yapması gereken tedbirleri baştan beri almamış ve bir sürü ihmallerle hayatını sürdürmeye kalkışmışsa, sonra hayatının belirli bir evresinde bu ihmaller bir fatura olarak önüne konulmuşsa, burada “kişi kendi etmiştir kendi bulmuştur” denir. Bu durumda ne ekmiş isek onu biçmiş oluruz. Kimseye kahrımız ve diyecek bir şeyimiz olmaz.
Bazen bu sorumluluk aile düzeyinde ele alınır. Aile en küçük sosyal birim olarak bir bütündür. Bütün içinde bireylerin kendine nispetle görev ve sorumlulukları olduğu gibi bu üniteye göre de katkı ve sorumlulukları olur. Ailenin her bir üyesi diğerine karşı vazifelerini yerine getirir, sağlıklı bir aile bünyesi oluşur ve bu bünye içinde organlar işlevsel olur, her biri yerinde hareket eder. Sonuçta aile bütün üyelerinin huzur ve sükûna erdiği bir korunak, bir sığınak olur.
Aksi durumda eğer aile üyeleri evvelemirde kendilerine sonra da ailenin diğer üyelerine karşı üzerlerine düşen görevleri yapmazlarsa o zaman aile huzur ve sükûnun adresi olamaz. Huzur ve sükûnu yakalayamayan bireyler dökülür, farklı arayışlara girer. Bunun sonucu olarak da ailenin huzur ve sükûn ikliminde başına asla gelemeyecek olan nice sıkıntı ve musibete maruz kalır. Bu sıkıntılar bizzat kendi ihmalleriyle ilgili olabileceği gibi, ailenin diğer üyelerinin ihlal ve ihmalleri sebebiyle de olabilir.
Üçüncü düzlemde ise mahalle, okul ve nihayet toplum düzeyinde mesele alınabilir. Toplum katmanlarının ihmalleri de aynı şekilde bir fatura olarak karşımıza çıkabilir.
Hz. Peygamber’in sosyal yaşamı anlatan gemi benzetmesi burada da hatırlanabilir. Gemi durup dururken batmaz. Geminin batması ya içeriden bir ihmalin sonucu olur, ya kasıtlı batırıcı eylemler yüzünden olur, ya da dışarıdan fırtına gibi etkenler yüzünden olur.
Alt kattakilerin iyi niyetli de olsa yanlış davranışlarına üst kattakiler mani olmazsa onların iyi niyetle de olsa toplumsal bünyede açmış oldukları deliklerden bünye su almaya başlar ve sonunda gemi batar. Batarken de içindekilerle birlikte batar. Bu akıbetten iyiler kurtulmuş olamaz. Çünkü felaket geldiği zaman ayrım yapmaz. Herkesi birlikte götürür.
Üst kattakiler yani sosyal yapı içindeki yöneticiler, aydınlar, zenginler gibi üst katmanlarda olanlar alt katta olanların ellerinden tutsalardı, onların kötülüklerine mani olsalardı gemi selametle yüzer ve yoluna devam ederdi, insanlar da hayattan amaçlanan huzur ve sükuna ererler, selamet bulurlardı.
Üst kattakiler alt kattakileri doyurmadılar ve bu yüzden de alt kattakiler hırsızlık yaptılar ise bu onları haklı kılmaz ama yaptıkları anlaşılabilir bir şey olur. Bu durumda malı çalınan kişi “Neden benim malım?” diyemez. Çünkü neden başkasının malı olsun ki? İlla ki birinin malı olacaktı. O olmamış da seninki olmuş. Seninki olmasaydı bu kez öbürününki olacaktı. Ve bu kez de o “Neden benim malım?” diye söyleniyor olacaktı.
Felaket gelirken seçim yapmıyor, önüne çıkanı götürüyor.
Adamın biri ağaç dibinde dinleniyormuş. Ayak bastığı yerde de bir karınca yuvası varmış. Karıncalar bacağına doğru sıvanmış. Derken içlerinden biri ısırmış. Adamın canı yanmış ve can havliyle elini acıyan yere doğru sıvazlayınca canını yakan karınca öldüğü gibi yanındaki onlarca masum karınca da onunla birlikte helak olup gitmiş.
Bu işler böyle oluyor. Neden ben ya da neden biz? Başkaları değil! Bu gibi sorular her zaman haklı ve yerinde olmuyor.
Geminin batışı bazen harici sebepler yüzünden de olabilir. Mesela fırtına gibi. Ama fırtına var, fırtınacık var. Bazı gemiler en ufak dalgadan devriliyor ya da kullanılan malzemeler kötü olduğu için  hemen su alıyor ve batıyor. Sebep dalga olsa bile asıl fatura gene insanın yapıp ettiği ile ilgili. Ama böyle değil de deprem olmuş büyük bir tsunami oluşmuş ve önüne gelen ne varsa yıkıp götürmüş ise, burada şimdi felaketi gemilerin yapımı yahut dalga kıranın boyutu vb. ile birebir ilgilendirmek doğru değildir. Burada daha büyük hesaplar vardır.
Bütün bunların üstünde ve ötesinde herkesin hesabı yanında bir de O’nun hesabı vardır.
Her tedbiri almış olan bir kimsenin geriye doğru baktığı zaman asla izah edemediği bir sürü olaylar olabilmektedir. Tek izahı sınanma olmaktadır.
İşte bu gibi durumlarda sığınılacak son melce kader olmalıdır.
Bu konuda şöyle bir örnek vardır:
Meşhur Wimbledon'un ilk zenci Şampiyonu Arthur Ashe kan naklinden kaptığı AIDS'den ölüm döşeğindeydi.
Hayranlarından biri sordu: "Allah böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?"
Arthur Ashe cevap verdi:
"Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir, 500 bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50'si Wimbledon'a kadar gelir, 4'ü yarı finale, 2'si finale kalır. Elimde şampiyonluk kupasını tuttuğum zaman Allah'a 'Neden ben?' diye hiç sormadım. Şimdi sancı çekerken, Allah'a nasıl 'Neden ben?' derim?
Evet, müthiş bir bakış açısı ve son derece rahatlatıcı.
Bir merkebin üstünde giderken, “Altta değil de üstte olan neden ben?” diye sorduk mu?
Dört ayak üzere gezinen hayvanları görünce “iki ayak üzerinde başı yukarıda dik olarak yaratılmış olan neden ben” diye sorduk mu?
Milyonlarca, milyarlarca ihtimal içinde varlık sahnesine çıkarken neden biz dedik mi?
Bu şekilde sorulabilecek binlerce soru vardır?
Neden biz?
Ya da neden biz değil?
Fesadın, bozgunun en temel sebebi insanların kendi yapıp ettikleridir ve bu doğrudur. Fakat başımıza gelenleri bu şekilde asla izah edemeyeceğimiz şeyler de vardır.
İşte o zaman da “Ne yapalım, her şeyi biz bilemiyoruz. Elbette onları da bir bilen vardır ve O’nun da bir bildiği vardır” diye bir teslimiyet ile ancak çıkabiliriz bu cevabı imkansız soru içinden.
Buna rağmen böylesi bir teslimiyet hali bile zihnimizi kemirmeye devam eden soru ve sorunların son bulduğu anlamına gelmiyor. Bizi biz yapan, bizi insan kılan özelliğimiz de herhalde bu yönümüzdür. Yoksa diğer bütün özelliklerimiz bizi diğer canlıların yanına çekmekte ve bizi de onlar gibi yapmaktadır.
Allah’ım sana binlerle şükür olsun.
Lütfeyle de her halimize şükür diyebilelim!
Bizi kötülüklerden koru! Ve ancak Sen korursun!
Musibetler karşısında bize sabır ve dayanma gücü ver.
Bizi imanımız ve aklımız arasında sıkışmış bir hale düşürme.
İzahını yapamayacağımız soruları bize açma!
Altından kalkamayacağımız yükleri bizden uzak kıl!
Sen hakîmsin; hikmet sahibisin!
Olanların ve olacakların elbette bir izahı vardır.
Hikmetini bize de aç.
Merhametinle bizi kuşat!
Amin!
27.03.2013
GARİBCE

26 Mart 2013 Salı

Patavatsızlık




Eskiden toplum kendi katmanlarında daha bir huzur ile yaşıyorlardı. O yüzden de üzerlerinde her zaman kendi evlerinde gibi olmanın rahatlığı olurdu.
Sohbet mahremdi ve orada kalırdı. Laf taşımak, söz getirip götürmek de ayıptı.
Takılmalar yerini bulurdu ve bu bir espri olurdu.
Şimdi göç olgusu ve küreselleşme ile birlikte insanî ilişkilerimizin rahatı kaçtı.
Artık eskisi gibi, kendi evimizde, kendi mahallemizde olduğumuz gibi davranamıyoruz.
Sözgelimi bizim memlekette belirli tiplemeler vardı. Olumsuz ve matrak şeyler Karadepeli’ye mal edilirdi. Kürdün/ Lazın biri diye başlanır ve anlatılacak her ne ise anlatılır ve gülünür geçilirdi. Ne fotoğraf, ne ses kayıt cihazı ne de video olmadığı için söz orada kalırdı.
Sonra hepimizi din, dil ve etnik farklılıklar hesaba katılmadan bir kazana doldurdular ve fırıştak (mikser) ile de güzelce bir çalkaladılar.
İmdi kim Türk kim Kürt, kim Kayserili kim Karadenizli, kim Arap kim Laz, kim Çerkez, kim Müslüman kim gavur belli olmaz hale geldi.
Şimdi sen ol da gel sohbetin ağız tadıyla şöyle bir tadını çıkar.
Kürdün biri diye başlasan bilemezsin belki karşındaki Kürt’tür. Gavurun biri diye başlasan bilemezsin belki öyle biri ile sohbet etmektesin. Hem gavur mu kaldı ki! Laz’ın biri desen gene olmaz. Köylü desen, “yumurtadan çıkmış da kabuğunu beğenmiyor!” derler.
Değiştirsen biraz yontsan dağlı, orman adamı vb. desen, kültürde bunların bir karşılıkları yoktur.
Bir vaaz kürsüsüne çıksan yahut konferans salonunda tam da yeri gelse bir latife yapsan, ucu bir yerlere dokunacak türden olsa… yapamazsın çünkü bilirsin ki kayıt cihazları olabilir ve o latife meclisin mahrem sınırlarını taşar ve el aleme rezil olursun.
O yüzden özellikle de çok ve boş konuşanların işi tümden zor. Vaktiyle bir televizyon sunucusu bir espri yapıvermişti, daha doğrusu dilinden kaçırmıştı. Bir kesim müthiş alınmış ve iş siyasete kadar taşınmıştı. Ağızdan kaçan bir laf, adamın iş hayatına mal olmuştu. Daha sonra benzeri vakalar da yaşanmıştı.
Şimdi işin farkında ve vahametin boyutunun ayırdımında olan bir kimse ne yapsın? Yeri gelmiş ve cuk diye oturma istidadında bir nükte şuna dokunur, buna dokunur, şöyle anlaşılır böyle anlaşılır diye yazı ise geri alınır, söz ise daha ağızdan çıkmadan hapsedilir, yutkunulur. Haliyle de yazı ya da söz kuru kalır. Doğallığını kaybeder, zorakileşir, sanallaşır.
Yok ben bunlara aldırmam, ağzıma ne gelirse söylerim derseniz işte ona da patavatsızlık, kendini bilmezlik diyorlar.
Her yerde artık kameralar var, kayıt cihazları var.
Derslerde bakıyorum öğrencilerin ellerinde kayıt cihazları ya da telefonlar ile dersi kaydediyorlar. Artık bize rahatlık yok vesselam. Eskiden dört duvar arasında hoca talebe arasında kalacak şekilde nice muhabbetlerimiz olurdu. Artık hâlâ bu tavrı sürdürebilmek için gerçekten adının patavatsızlığa çıkmasını göze almak lazım. Kim bilir yarın o söylenenleri kimler dinleyecek, hangi sosyal medyada paylaşılacak.
Modern dünya Big Brother gibi hepimizi her yerde ve her zaman tarassut ediyor, dinliyor ve gözlüyor.
Şeffaflık moda. Sen olmazsan, başkaları döküyor ortaya ne var ne yok, her şey gözler önüne seriliyor ve paylaşılıyor.
İşte böyle bir ortamda ilerisinde mahcubiyet duymamak için kabuğunuza biraz daha çekilmek, el kol hareketlerinize, ne söylediğinize çok daha dikkat etmek gerekiyor. Bizim çok güzel anlamında yaptığımız bir el hareketi başkalarının küfrü olabiliyor. Ya da müthiş zeka anlamında kafaya vurma işareti başkalarınca hakaret anlamına gelebiliyor.
Kerkük Türkmenlerinden ve bizim emekli Arapça hocalarımızdan Cemal Muhtar anlatmıştı. YÖK’ün kurucu başkanı İhsan Doğramacı Fransa’da eşi hanımefendi ile bir lokantada yemek yiyorlarmış. Onlar da nezaket gereği hangi ülkede bulunurlarsa o ülkenin dilini konuşurlarmış. Birinde yemek yerlerken yanlarına bir anne ile kızı gelmiş, masalar dolu olduğu için izin isteyip yanlarındaki boş sandalyelere oturmuşlar. Doğramacılar haliyle Fransızca konuşuyorlar. Kadın ve kızı oturmuşlar ve başlamışlar birbirleriyle sohbete ve dertleşmeye. Anne kızına:
“Kızım yeter artık! Her önüne çıkan nasibini tepiyor bir türlü evlenmeye yanaşmıyorsun. Bak evlilik çağın geçiyor. Artık evlen, biz de mürüvvetini görelim. Bak bu kez karşına çıkan bu adama hiçbir bahane bulamazsın. Adamın işi gayet güzel, boyu bosu yerinde…”
Kız “Amaan! Anne! Bırak şunu. Adamın yüzünde meymenet yok, çirkin, ben onunla evlenemem!
“Nee! Çirkin mi!”
“Evet, çirkin ya!”.
“Kızım sen çirkin adam görmemişsin. Şu yanımızdaki adama bir bak. Çaktırmadan şöyle iyice bak. Adamın suratına bir bak. Hiç meymenet var mı? Hele şu burunu görüyor musun, burun değil köfte mübarek. Ama olsun bak ne kadar mutlu gözüküyorlar. Hanım gözlerinin içi gülüyor…”
Anne kız bu kabilden sohbetlerini sürdürürken bizimkiler de yemeklerini bitirmişler. Sohbet esnasında en ufak bir açık vermemişler. Kalkmışlar, masadan ayrılırken hâlâ sohbetlerini sürdürmekte olan anne ve kıza dönmüşler ve
“Afiyet olsun!” deyip ayrılmışlar.
O anne ve kızın yerinde olmak istemezdik herhalde!
O zaman bilmediğimiz, tanımadığımız insanların yanında sanki kendi evimizde imiş gibi rahat davranıp, onun bunun hakkında ileri geri sayılabilecek şeyler konuşamayız.
Diyorum ya bu açık toplum her tarafımızı açtı.
İtalyan Başbakanı Berlusconi’nin burun kirini yuvarlayıp da ağzına attığı videosunu izlemeyenimiz neredeyse kalmadı.
Ne yani? Adamcağız çoğu insanın en büyük zevklerinden biri olan burnu ile oynamasını ağız tadıyla sürdüremeyecek mi? Üstelik içindekileri tatmaya da meraklı biri ise.
Size/ bize ne adamın burnundan, yuvarlayıp yuvarlamasından.
Hem bugün ona yarın bize.
Kim bilir eskiden bizim ile Allah arasında kalan ve çoğu kez de Allah’ın bizzat kendimize dahi unutturduğu şeyler, bundan böyle ısıtılıp ısıtılıp önümüze konacak ve hayat çekilmez hale gelecek.
Kimisi “Ben böyle hayatın…!” diyecek ve alıp başını gitmeye çalışacak. Ama nereye! Gittiğiniz ve gideceğiniz yerde aynı şeyler yok mu sanki?
Ha ben öbür tarafı kastetmiştim diyorsanız, kayıt kuyut defterinin, arşiv belgelerinin aslı zaten orada. Buradakiler sadece anlık, ucuz kopyalardan ibaret.
O yüzden yapıp ettiklerimizle yüzleşmek madem kaçınılmaz, ama burada ama orada. Öyle ise yüzleşince yüzümüzün kızarmayacağı, başımızın ağrımayacağı ve utançtan yere eğilmeyeceği şeyler yapmalı ve söylemeli.
Artık “Kürdün/ Laz’ın/ Kayserilinin/ Gavurun biri diye muhabbete başlarken biraz daha temkinli olunmalı. Hoyrat ve patavatsız tavırlara prim verilmemeli. İnsanları güldürmek, başka insanları aşağılamak üzerinden yapılmamalı.
İnsanları yücelt ki sen de yücelesin.
Bir arada yaşamaya mecburuz.
Farklılıklarımız, aşağılama sebebi değil zenginlik olmalı.
Yeri gelince latife de olmalı.
Ama latife latif olsa gerekmiş, bunu herkes bilmeli.
Dua ile!
25.03.2013
GARİBCE
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...