30 Eylül 2017 Cumartesi

Sen hiç tokaç ile yunak yudun mu?



Bizim Hatun köylerde derelerde tokaç ile, ağartıcı olarak da kil ve kül ile yunak yumasını, şehre göçtükten sonra da yıllarca el ile çamaşır yıkamasını bilen kuşaktan. Öyle fazla yaşlı da sanmayın. Benden de gençtir kendileri. Az önce yıkanan çamaşırları balkona sermiş, kendi kendine  yüksek sesle, “Allah şu çamaşır makinesini icat edenlerden razı olsun!” deyiverdi.
Makine Bosh marka, hani şu reklamında “İtibarımı kaybetmektense sermayemi kaybetmeyi yeğlerim!” cümlesini kullanan adamın icadı olan marka. Hanımın özellikle istediği marka. Tam bir amel-i salih hani.
Hanıma dedim ki: “Senin o dua ettiğin adamlar gavur!”
“Eee! Ne olacak şimdi!” dedi.
Cevabını bilemedim.
İşte böyle.

Dua ile!
30.09.2017

GARİBCE 


Her şey Kur’an’da var diyorsunuz ya benim adım da var mı?


Makâsıd dersimizde Iraklı bir doktora öğrencisi Cuma suresi ile ilgili bir ayet hakkında bir olmuş fıkra (!) anlattı. İngiliz işgali sırasında bir subay, âlim ve fazıl bir zata, “Siz her şeyin Kur'ân’da olduğunu söylüyorsunuz. Madem öyle, benim adım da var mı? Eğer varsa söyle Müslüman olacağım!” demiş. O zat da “Senin adın ne?” demiş. “Kûk” deyince, şöyle bir  düşünmüş ve “Elbette var!” demiş ve hemen Cuma suresindeki “ve terekûke kâimen…” ayetini okumuş. “Bak, tere  “kûk” diyor” demiş. İngiliz de Müslüman olmuş(!)Ꙫ.
Biz de az değildik hani. Arapça bilmesek de aradığımızı Kur'ân’da bulmada az mahir değildik. Hele isimler konusunda epey iyi sayılırdık. Oğuz’umuzu Eûzü’den bulmuştuk. Yeni tanıştığım bir Lena’mız yanında bir sürü Aleynâ’mız vardı. Tükezzibân’dan Keziban’ı bulmamış mıydık. Cennette küp gibi kavunlarımız vardı. “Ve kübkibû fîhâ hüm ve’l-gâvûn” ayeti de delilimizdi. Daha neler neler! Hepsi de Kur'ân’da vardı.
Az önce çok sevip saydığım bir hocam aradı ve “Yahu, bir yazı yazıyorum. Yalan hakkında Kur'ân’dan bir ayet aradım, bulamadım. Senin aklında var mı!” dedi.
Ben de: “Allah! Allah!” dedim kendi kendime, “yalanın haramlığının ayeti mi olurmuş. Yalan yalandır ve yalan haramdır. Ayet olsa da haramdır, olmasa da.” Sonra düşündüm, benim de hatırıma bir şey gelmedi. “Hocam bir bakayım da size döneyim” dedim. K Z B maddesini yazdım, 220 yerde geçiyor. Hepsine teker teker baktım, hiçbiri yalan söylemekle ilgili değil, hepsi Allah’a yalan atmakla ve  peygamberlerin getirdiği mutlak gerçekliği tekzip etmekle/ yalanlamakla ilgili. “Olmadı. Ne yapacağım ben şimdi!? Bir de Z V R köküne bakayım!” dedim. Baktım dört yerde geçiyor ve bir ayetin sonu وَاجْتَنِبُوا قَوْلَ الزُّورِ     diye bitiyor. “Oh be!” dedim. Buldum. Uysa da buldum uymasa da buldum. Bağlamına bakmaya da gerek yok. Elmalı’nın “tezvir sözden kaçının."[1] diye tercüme ettiği ayeti Diyanet Vakfı meali de “yalan sözden sakının” diye çevirmiş ya, daha ne isterim. Bulmuştum işte. Hemen hocama döndüm ve haberi verdim. O da belli ki sevindi. İşi görülmüştü.
Koskoca İmam Şâfiî hiç beklemediği İcma’ın Kur'ân’dan delili sorusuna cevap bulabilmek için tam üç gün uğraşmıştı. Benimkisi üç dakika bile sürmemişti. Kendimle iftihar ettim!
Garibce nazarımda burada önemli olan şey, her şeyi Kur'ân’da arama çabamızdır. Oysa yapmamız gereken Kur'ân’ın bize getirdiği ilkelerden hareketle problem çözme çabası içinde olmamız olmalıydı. Eğer Kur'ân’da aramak yerine –ki bulduruna şükür- Kur'ân’dan hareketle yola çıkacak olsaydık, diyecektik ki Kur'ân’a göre “Din fıtrattır. İnsanlığın fıtratında ise yalan söylemek kötüdür. O yüzden inançlı inançsız bütün insanlar yalanı kötü görürler, onu bir fazilet değil, rezilet bilirler. Fıtratta öylesine kötü yeri olan bir reziletin,  ona ışık tutan Kitabımızda ayeti olsa ne olur, olmasa ne olur?!
Ama yok her şey kitapta aranacak ve bulunacaksa Karadenizli ustanın, kapıyı söveye tutturmak için ille de kullebi diyen müşterisine, daha kolayına geldiği için “Hayır, ben sana  menteşe takacağım, hem o Kur'ân’da da geçiyor!” deyip de “Tü’ti’l-mülke men teşâ” (3/26) ayetini okuyarak amacına ulaşmaya çalışması gibi, her şeyin cevabını biz de buluruz evvel Allah!
Ha benzer bir öykü de Abduh için anlatılır: Bir gayri müslim demiş ki “Yaş kuru her şey Kur'ân’da varsa söyle bakalım bir çuval undan kaç ekmek çıkar?” O da, “Elbette var!” dedikten sonra hemen bir fırıncıya soruyu iletir ve aldığı cevabı soruyu sorana verir. “Olmadı, cevap hani Kur'ân’dan olacaktı?” deyince de “Tabii ki Kur'ân’dan. Kur'ân bize “İşi, bilmiyorsanız ehline sorun!” diyor. Ben de bilmediğim bir konu olduğu için ehline sorum ve aldığım cevabı sana ilettim. Ben bu halimle cevabı Kur'ân’dan hareketle vermiş oldum…!” der.
İki tavır. Biri her şeyi Kur'ân’da arıyor.
İkincisi, her şeyi Kur'ân’dan hareketle tekvin (el-Halk)  ve teşri (el-Emr) birlikteliğinde arıyor.  
Bir Kur'ân’ımız var. 6666 ayet içeriyor. Bu ayetleri bir ışık olarak kullanıp da kevnde/ evrende ne ayetler var, onlara hiç bakmıyoruz.
Kur'ân “Ben ışığım!” diyor.
Biz, “Sana aşığız!” diyoruz. Işığın ışıttığı yere bakacağımız yerde kelebek gibi kendimizi ışığa atıyoruz. Aşkımız gözümüzü kör ediyor. Evrende ne var ne yok hiçbir şeyi artık göremiyoruz. “Kurtuluş iman ve amel-i salihte!” diyen Kur'ân’a, “Sana olan aşkımız bize yeter!” mukabelesinde bulunuyoruz.
Vakıa ışığı alan gözlerimiz başka şeyi de görmüyor zaten.
İşte böyle!

Dua ile!
30.09.2017
GARİBCE






[1] { ذَلِكَ وَمَنْ يُعَظِّمْ حُرُمَاتِ اللَّهِ فَهُوَ خَيْرٌ لَهُ عِنْدَ رَبِّهِ وَأُحِلَّتْ لَكُمُ الْأَنْعَامُ إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ فَاجْتَنِبُوا الرِّجْسَ مِنَ الْأَوْثَانِ وَاجْتَنِبُوا قَوْلَ الزُّورِ}
"Emir budur, her kim de Allah’ın hurmetlerine tazîm ederse bu kendisi için Rabb’i indinde mutlak hayırdır, size ise karşınızda tilâvet olunup duranlar müstesna olmak üzere bütün en'am helâl kılındı, o halde o evsandan, o pislikten kaçının ve tezvir sözden kaçının."  (Hac 22/30).
“Durum böyle. Her kim, Allah'ın emir ve yasaklarına saygı gösterirse, bu, Rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır. (Haram olduğu) size okunanların dışında kalan hayvanlar size helâl kılındı. O halde, pislikten, putlardan sakının; yalan sözden sakının.” (Hac 22/30).

20 Eylül 2017 Çarşamba

Göğe bir türlü ağmayan dualarımız ve amel-i salih



Aynı ayete iki ayrı meal: Birincisi Diyanet’e ait. İkincisi Elmalılı’ya:
"Her kim şan ve şeref istiyorsa bilsin ki, şan ve şeref bütünüyle Allah'a aittir. Güzel sözler ancak ona yükselir. Salih ameli de güzel sözler yükseltir. Kötülükleri tuzak yapanlar var ya, onlar için çetin bir azap vardır. İşte onların tuzağı boşa çıkar."[1]  (Fâtır; 10)
Fâtır Sûresi  (10 - 10)
Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah’ın’dır, ona hoş kelimeler yükselir onu da ameli sâlih yükseltir, kötülükler kuranlara gelince onlara şiddetli bir azâb vardır ve onların tuzakları hep tarumar olur. (10)
Bu iki mealden bizim tercihimiz Elmalı merhuma ait olanıdır.
Buna göre başta dualarımız olmak üzere İslam namına olan her sözümüz amel-i sâlih’e iktiran etmedikçe yani önünde  ya da sonunda ona eşlik edecek bir amel-i salihimiz olmadıkça O’nun katına yükselmeyecek dolayısıyla  da kabul görmeyecektir.
“Bunca dua ediyoruz neden kabul edilmiyor?”, “Bunca zulümler var? Allah neden sesimizi duymuyor?” diyenlerin çok olduğu günümüzde nedense Garibce olarak bu ayet aklıma geldi. Hangi salih amel ile eş ettik de dualarımız göğe ağıp katında kabul ile rahmete dönüşüp üzerimize yağmadı!
Galiba kendimizi aldatıyoruz.
“Amel-i salih nedir?” derseniz en ednası yaralı bir parmağa işemektir. Onu bile esirgeyen bizler mi dualar edeceğiz de dualarımız kabul edilecek. Hem Akif’in dediği gibi ecîr-i hâsın[2] olarak Allah ne güne duruyor. Ne yapmak gerekiyorsa yapsın a! Açlar doyurulacaksa doyursun, mazluma yardım etsin, zalimi kahhar ismiyle kahretsin, savaşılacaksa da Musa ile gitsin savaşsın…
Vaktiyle İsrailoğulları böyle bir tavır göstermişlerdi.
Şimdi ise biz.
Tarih demek ki böyle oluşuyor.
Sahi İsrailoğullarının başına gelen bir şeyler olmuş muydu?
Benzer durumlar bizim de başımıza gelebilir miydi?
Sen de diyeceksin ki: “Daha ne gelsin be Garibce!”
Öyle ya, dünya sıralamasında fezailde (erdemlerde) son sıralarda, rezailde ise hep ön sıralardayız. Hangi izzet, hangi şeref!?
Yetmez mi!?

Dua ile!
20.09.2017
GARİBCE





[1] مَنْ كَانَ يُر۪يدُ الْعِزَّةَ فَلِلّٰهِ الْعِزَّةُ جَم۪يعاًۜ اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِـحُ يَرْفَعُهُۜ وَالَّذ۪ينَ يَمْكُرُونَ السَّيِّـَٔاتِ لَهُمْ عَذَابٌ شَد۪يدٌۜ وَمَكْرُ اُو۬لٰٓئِكَ هُوَ يَبُورُ
[2] O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da,
Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?
"Kadermiş!" Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi... doğrusu bu.
Talep nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?
"Çalış!" dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de "tevekkül" sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmîl edince defterini;
Bütün o işleri rabbim görür; vazîfesidir...
Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...
Hudâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak!
Onun hazîne-i in'âmı kendi veznendir!
Havâle et ne kadar masrafın olursa... Verir!
Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;
Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!
Çekip kumandası altında ordu ordu melek,
Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!
Başın sıkıldı mı, kâfî senin o nazlı sesin:
"Yetiş!" de, kendisi gelsin, ya Hızr'ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa, borcudur: bakacak;
Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.
Demek ki: her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın o;
Çoluk çocuk O'na âid; lalan, bacın, dadın O;
Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdîr-i veznen O;
Alış seninse de, mesûl olan verişten O;
Denizde cenk olacakmış... Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lâzım imiş... Askerin, kumandanın O;
Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;
Tabîb-i âile, eczâcı... Hepsi hâsılı o.
Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir... Ne saygısızlık bu!
Hudâ'yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cürete... Ha?

..........
Mehmet Akif Ersoy (1873  - 1936)
(Safahat - Dördüncü Kitap (Fatih Kürsüsünde), s .267-8 )

16 Eylül 2017 Cumartesi

Sen ârif olanda kavaktan da alırsın dersi kabaktan da!




Kavaktan öte yol gidermiş. Nasıl bir yol? Nereye gider? Şimdiye dek öğrenebilmiş değilim. Ama madem atalar söylemiş illa ki vardır bir hikmeti.
Hem bunları ehli tecrübeye sormak lazım.
Dün cuma sonrası "Hadis" sofrasında Emekli Diyanet İşleri Reislerimizden (Vekil) saygılı Lütfi Doğan hocamızdan oğlu Yahya Doğan, babasının da bulunduğu mecliste “Babam hep şöyle derdi” dedi ve ekledi:
"Her şey akla muhtaçtır. Akıl da tecrübeye!"
Aklın bile muhtaç olduğu bir değer demek ki tecrübe.
Biz tecrübe etmedik diye, âlemi kendimizden ibaret sanmamak ve “El elden üstündür!”  fehvasınca hemen herkesin kendine göre bir tecrübesi olabileceğini dikkate alarak istifadeye çalışmak ârif işi olmalıdır.
Kabağa gelince, hakkında çok güzelleme dinlemişizdir. Peygamber yemeği olmak da artısı galiba.
Kavakla ilişkisi hakkında şöyle bir hikâye anlatılır:
Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:
-Sen kaç ayda bu hale geldin ey ağaç?
-On yılda, demiş kavak.
-On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini, yapraklarını sallamış kabak.
-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!
-Doğru, demiş kavak. Çünkü ben kavağım sen se kabak.
Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:
-Neler oluyor bana ağaç?
-Ölüyorsun, demiş kavak.
-Niçin?
-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.
Ayyy! Güzelmiş hakikaten.
Nice insan için alabilse eğer ders olacak ibretler taşıyor.
Bre kabak! İlla ki kavakla boy ölçüşmeye mecbur mu idin? Ne güzel kabaktın, kabak kalaydın da böyle kabak tadı vermeyeydin. Sen ki taze teveğinden, hele de dölsüz çiçeklerinden bol sumaklı dolma yaparlardı da ne güzel bir nimet olarak sofralarımızı süslerdin. Çeşit çeşit, renk renk, desen desen kabaklar verdin, bize ikramda bulundun. Denizden sahile atılmış peygamberi o enli yapraklarınla gölgelemiştin. Tevek saplarından çocuk iken borazan yapardık. Urkların dikenli yüzeyini bıçağın arkasıyla temizler ve onlarla kabaklarından o küçük çocukların engin hayal gücüne göre nice oyuncaklar yapardık. Hele ben çarkı ile, dönen taşı ile bayağı dink (seten) yapardım ve su ile döndürürdüm, ne güzelliklerdi onlar. Sen kabaktın ve kabak olarak bizim dünyamızda hoş bir yerin vardı.
Kavakla boy ölçüşmek de nesi!? Yahu bir kere senin boyuna imrendiğin kavak eninde sonunda kereste olacak, o da sencileyin varlık amacına uygun bir işlev görecek. Ne gam, ne keder!
Her şey kendi yerinde özel, kendi doğasında güzel değil mi?
Hem korkma öleceğim diye. Senin o ürün olarak verdiğin ve benim dahi yetiştirmek için çabaladığım kabakların var ya onların her birinin içinde, neslini sürdürecek nice tohumların/ çekirdeklerin var.
Yediden yetmişe herkesin bahusus elli yaş üstü bizlerin hem şifasısın hem keyfisin.
Her gelen baharla yine yeşerecek, yine boy atacaksın. Yine kabak olup kabak vereceksin. Ebter değilsin. Daha ne istersin!
İşte böyle! Arif olan anlarmış. Sözün tamamını söylemek de zaitmiş.

Dua ile!
16.09.2017
GARİBCE 






13 Eylül 2017 Çarşamba

Eczacılar tabib oldu!

 

Fakültede dersler başladı ve ilk dersimizde adet üzere giriş yapıyoruz. Fıkıh dersimizde “Varsa yoksa Fıkıh, başka ilim yok!” demeye getirdim.
Vakıa da öyle değil mi?
Şecere-i Tayyibe (İbrahim 14/24) örneğinden hareketle de anlatıldığı gibi ed-Din olarak İslam’ın sapasağlam kökleri var (asluhâ sâbit). O köklerden dışarı vuran gövdesi ve dalları var (fer‘uhâ fi’s-semâ). Ve ucunda da her an verdiği yemişi/ semeresi var (ükülühâ) . Kökler, inançlara; görünen gövde kısmı davranışlara, yemiş/semere de erdemlere tekabül eder. Bu her üç boyutu ile İslam’ı /ed-Din’i anlama ve kavramaya, hayata geçirme becerisine de “et-Tefekkuh fi’d-dîn” denir. “İlim” rivayete dayalı bilgi anlamında kullanılırken “Fıkıh” insan aklının devreye girmesiyle oluşturulan sistematik bir “bilim”dir ve bu anlamda yegânedir. Bu ağacı bir bütün olarak konu edinen bilim fıkıh iken zamanla köklerini /inançları Fıkh-ı ekber, gövdeyi fıkh-ı zâhir ve semereyi de fıkh-ı bâtın diye ayırmaya, ardından da içeriklerini dikkate alarak köklerini konu edinen ilmi akaid, akla dayalı olarak savunusuna kelam, fıkh-ı bâtını da zühd, ahlak, tasavvuf gibi adlarla ayırmışız. Bu ayırmada bir sakınca yoktur, yeter ki ahlak ya da tasavvufun fıkhı bizim fıkhımız, akaidi de bizim akaidimiz olsun. Zamanla bu kutlu ağaca ökse otu gibi asalaklar da yerleşmiş ve İslam’ın bünyesini sömürmüştür. Bunlara da “bid’at” demekteyiz. “Bu kutlu ağacın falanca dalı ya da meyvesi Hz. Peygamber döneminde yok idi, dolayısıyla reddi gerekli bidattir” şeklindeki bir anlayış sakattır. Bidat’ın ayrıcı özelliği, ağacımızın genetik özelliklerini taşıyıp taşımamasıdır. Fıkhı fıkhımız, akaidi akaidimiz olan her yeni meyve bizim kendi öz bünyemizin semeresidir. Onu almakta tereddüdümüz olmaz.
Tefsir- hadis diye okutmakta olduğumuz ilimlere gelince bunlar esas itibariyle bu kutlu İslam ağacına hayat veren vahye bizi ulaştıran, malzeme temin eden ilimlerdir.
İmam Şafiî’nin benzetmesiyle hadisçiler (ve tefsirciler) ya da daha doğru bir ifade ile “rivayete dayalı bilgiler” anlamında malumatı bize sağlıklı bir şekilde temin eden eczacılardır. Fakihler ise tabiblerdir. Eczacı malzeme tedarikçisi olarak gerekli her eczayı tedarik eder ve tabibin verdiği reçeteye göre ilaçları hazırlar. Eczayı değişik terkiplerle hastalıkların tedavisinde kullanmak ise tabibin işidir. Tabib eczacıdan ayrı olarak eczanın etkin maddelerinin neye yaradığını da bilir ve reçeteyi ona göre yazar. Aynen bunun gibi hadis ve tefsir ilmi bize şecere-i tayyibemize hayat vermekte olan vahye dayalı “ilim”i tesbit edecek, onu bir medeniyetin esası olan bilim haline getirmek ise fakihin işidir.
Medeniyetimizin bir fıkıh medeniyeti oluşu, bu anlayışın ve iş bölümünün sonucu olmuştur.
Şimdi zaman değişti. Eczacılar artık her şeyi bilir oldu. Onlar, hastalara doktorlardan daha çok ilaç verir oldular.
Tefsir ve Hadis de öyle. Onlar da artık malzeme tedarikçisi olmayı kendileri için yeterli görmediler ve hepsi fıkıh yapar oldular.
Bu bir iddiadır. İspatı için hadis ve tefsir alanında yaptırılan tezlerin adlarına bakmak kâfidir.
Garibce ama, öyle!
Biz zannımca, şecere-i tayyibeyi bir bütün olarak anlama, yorumlama ve başka iklimlerde de yetiştirme  çabası olması gereken fıkhı, fıkh-ı zahire indirgemekle kaybettik. Ancak zihinde bir varlık olarak bölünebilecek olan boyutları gerçeklikte de ayrı gayrı imiş gibi ele aldık ve fıkhımız iman temeline bina edilmiş ve ahlaki semereler veren ahkam oluşturma entelektüel çabası olmaktan çıktı. Hal böyle olunca da fıkıh sanılan somut kurallar ilminin  okunması bile fizik, coğrafya okumadan pek farklı olmadı. İmam Gazalî’nin Ruhunu kaybetmiş din ilimlerinin yeniden hayata döndürülmesi anlamındaki  İhyâu ulûmi’d-dîn adlı kitabını yazma mecburiyetini hissetmesi belki de bu gerçekliğin kendisinde uyandırdığı düşüncenin bir sonucu idi.
Fıkıh, “kervan yolda düzülür” fehvasıyla Hz. Peygamber (s.a.s.) örnekliğinde yola çıkmış kutlu yürüyüşün zamanla ardından gelenlerin de katkısıyla bir sisteme dönüştüğü sürecin adıdır ve bu süreç devam etmektedir. Yatağını bulmuş bir ırmağın sessiz sedasız akışı gibi, istikrar içinde ama sürekli taze ve kendisini yenileyen, içindekilere ve etrafındakilere hayat veren bir mahiyettir/ öyle olmak zorundadır. Durduğu ve donduğu anda, beraberinde hayatı da durdurmanın/ dondurmanın imkanı olmayacağı için ister istemez kendisini hayatın dışına itilmiş bir halde bulacaktır. Vakıa da biraz budur.
İmdi biz ve bizden sonra gelecekler bu süreci sürdürmeye var mıyız?
Yoksa hayatın dışına itilmiş tarihi bir olgunun hatıraları ile avunacak mıyız?

Dua ile!
13.09.2017

GARİBCE 



11 Eylül 2017 Pazartesi

İlim kendin bilmekmiş hüner



Ta Toroslar’dan indim düze
Mürekkep oldu sürme göze
İçmeye ilim sanki göze
İçtim de, lakin kandırmadı

İlim ilim kitabın yazdım
Sanki iğneyle kuyu kazdım
Kıylu kalinden gayrı bezdim
Kap doldu lakin ondurmadı

Talebeye ben talip oldum
Sandım derdime çare buldum
Gahi boşaldım gâhi doldum
Uçurdu lakin kondurmadı

İlim ardından nice koştum
Sevdasıyla ne demler coştum
Sarp yamaçları bile aştım
Erdim de, lakin yandırmadı

İlim ilim bilmekmiş meğer
İlim kendin bilmekmiş hüner
Her şey ancak ederin değer
Benzettim lakin andırmadı

Yıktın gene Garibce perde
Bulunur deva illa her derde
Nasipte varsa eğer serde
Umut yok, lakin yıldırmadı

Dua ile!
11.09.2017

GARİBCE 



2 Eylül 2017 Cumartesi

Sen İbrahim ol ki çocuğun İsmail olsun!



Bugün bayram vaazında cami imamı kurban ile ilgili Habil Kabil kıssasının ardından Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmesi iradesini ortaya koyması ve gerçekleştirmek için yola çıkmasını anlattı. Sözü esnasında vurgulu olarak kullandığı bir cümle Garibce nazarımı celbetti:
“Sen İbrahim ol ki, çocuğun İsmail olsun!”
Kimdi İbrahim ve ne yapmıştı? Onları anlattı.  Onun öz yavrusu, ciğer paresi biricik evladını hak yolda kurban edebilecek kadar  Allah yolunda fedakarlığından söz etti. Buna mukabil de İsmail’in teslimiyetini anlattı. Anlattıkları Saffat suresi (37/100 vd.) ayetlerinin tefsiri mahiyetindeydi.
Peki, İbrahim kimdi?
İbrahim Hanîf ve müslim idi (Âl-i İmran 3/67). Her türlü batıldan yüz çevirip Hakka yüz tutmuş; özüyle, sözüyle, işiyle Allah’a yönelmiş bir kuldu. Allah ile arasında ahit vardı ve o ahde uymak için nice güçlüğe göğüs germiş, canına kastedilmesi gibi bir insan tahammül sınırını aşan mihnetlere maruz kalmıştı. Öz yurdunu terk ile hicrete mecbur edilmişti.  Hak yolda çile ise çile, vefa ise vefa… Bir kulda olması istenilen en güzel hasletlere sahipti…
"Çünkü İbrahim çok içli ve Allah'a yönelen bir kimseydi."  (Hûd 11/75); “Sıddîk bir nebi” idi (Meryem 19/41; Hak ve hakikati bulma yolunda aklını kullanan (Enam 6/76 vd.), hakikat  mücadelesinde putataparları şaşkına çeviren güçlü bir diyalektik sahibi idi (Bakara 2/258; Enam 6/74) ve en zor koşullarda bile batıl yolun takipçilerinden uzak olduğunu haykıran (Mümtahine 62/4) ve bu uğurda ateşe bile atılan ve ateşin narında Rahman’ın nuruna  mazhar olan, güllük gülistanlık içinde (Enbiya 21/65)  yeniden hayata dönen, kendisine  kitap ve hikmet verilmiş, büyük bir mülke mazhar kılınmış (Nisa 4/54), insanlık için rol model seçilmiş (üsve) (Mümtahine 62/4), peygamberler atası, daha düne kadar milletinden olduğumuz[1], sofrası her daim açık, ikramlarının kalıcı olması için kurduğu Halilu’r-Rahman Evkafı ile vakıf kurucuların öncüsü kutlu insan.
İşte öylesi bir İbrahim’e oğlu İsmail, canını ortaya konulması istendiğinde “Babacığım emrolunduğun şeyi yap. Beni inşallah sabredenlerden bulacaksın!” (37/102) diyor ve tam bir teslimiyet gösteriyordu.
İsmail, bir baba için en zor şartlarda bile kendisine tam bir teslimiyet gösteren hayırlı bir evlat oluyordu.
Hayırlı baba, hayırlı evlat!
Allah’ım! Bize de nasip et!

Dua ile!
02.09.2017
GARİBCE  





[1] Türk, Kürt, Arnavut, Arap, Laz… hiç fark etmez, “Kimin milletindensin?” denildiğinde “Halil İbrahim milletindeniz” derdik ve her daim soframızda Halil İbrahim bereketini bulurduk.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...